Neşet Ertaş ve Neşet Günal...Bu topraklarda yetişmiş iki büyük figür.
Aralarında isimlerinden başlamak üzere birçok benzerlik var; tabii ki farklılık da...
Neşet Arapça'dan gelme bir deyim. "Ortaya çıkmak, kaynağını bir yerden almak, doğmak, özden gelmek" gibi anlamlar taşıyor.
Neşet'in anlamını ilk öğrendiğim zaman çok sevinmiştim. Çünkü böylece, ismiyle müsemma iki adamdan söz etmiş olacaktım. Zira, ikisi de hayatlarını, Van Gogh'a atfedilen bir sözün üstüne kurmuşlar: "İşimiz eve ekmek getirme işi değildir, dünyaya geliş sebebimizdir." İkisi de Metin Üstündağ'ın dediği gibi : "Dünya'ya turneye gelmişlerdi."
Yine ne mutlu bir tesadüf ki, o günlerde ünlü mütefekkir Yalçın Küçük, Haymana Zindanı'nda Onomastik'i (İsimbilim) keşfetmiş, ilk alıştırmalarını yapmış, "dönmelerin" ipliğini pazara çıkarmaya başlamış, böylece kişilerin isimlerinden hareketle derin yorumlar yapmanın yolunu da açmıştı.
(Hoca zamanla işi o kadar ilerletti ki, dünya isimbilim literatürüne eşi görülmemiş katkılarda bulundu. Sayesinde kızımızdan-kızanımızdan bile Sabetayist diye şüphelenmeye başladık.)
Şüphesiz N. Ertaş ile N. Günal'in benzerliği isimlerinden ibaret değil. Her ikisi de aynı coğrafyanın çocukları. Günal 1923'te Nevşehir'de, Ertaş ise 1938'de Kırşehir'in Kırtıllar köyünde doğmuş.
Her ikisi de genç yaşlarında, doğdukları yerden ayrılmış olsalar da "o şehirler hep arkalarından gelmiş".
Bir tanesi için Yaşar Kemal "Bozkır'ın Tezenesi" yakıştırmasında bulunmuş. Diğeri için, "Bozkır'ın Fırçası" deyimi o kadar uygun ki.
Bozkır ve Toprak, her ikisinin de hayatının merkezinde yer tutmuş. Ertaş'ın uzun yıllar sonra memleketinde verdiği ilk konserde, izleyenlere hitabı: "Ayağınızın turabı, gönüllerinizin hizmetkârıyım" biçimindedir. "Turab"ın toprak demek olduğunu hatırlatayım. Günal ise sanat yaşamı boyunca paletinden toprak renklerini hiç eksiltmemiştir.
Günal 1939'da Nevşehir Belediyesi'nin sağladığı bursla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ne gönderilmiş. Akademi'nin "altın çağı"nın efsane hocası Leopold Levy'nin örgenciliğini yapmış, 1946'daki mezuniyetinden iki yıl sonra açılan sınavı kazanmış, devlet bursuyla Paris'e giden ilk ressamlardan biri olmuş, Paris'te adını bile telaffuz edemeyeceğim birkaç okul ve atölyeye devam etmiştir.
(Yaşları 30 ve üstü olanlar bilir. Vakti zamanında bu Fransızların aynı anda iki tane cumhurbaşkanları vardı. Gazetelerde yazanın adı Valery Giscard d'Estaing idi. Radyolara çıkanın ki Valery Jiskardesten. Neyse, zamanla Mitterand diye bir adamda karar kılıp sayıyı bire düşürdüler.)
Altı yıl süren Paris serüveninden sonra yurda dönen Günal, Akademi'de öğretim üyeliğine başlamış, Mehmet Güleryüz, Neşe Erdok, Necdet Sekban, Aydın Ayan bir çok önemli ressam onun atölyesinden mezun olmuştur.
Ertaş'ın ise okulla, diplomayla filan pek alakası olmamıştır. O babası Muharrem Ertaş'ın da mirasçısı olduğu Türkmen- Abdal geleneğinin bir parçasıdır. Okulu olmamıştır, ama kendisi bir ekol olmuştur. Babası da dahil olmak üzere bütün ustalarını ve kendi kuşağını aşmış, benzersiz bir üslup yakalamıştır. Mevcut olan hiçbir şeyle yetinmemiş, bağlamasını bile farklılaştırmıştır. Çalma tekniğinden (tavır) karar perdesine, hatta perde sayısına kadar. "Ben teknik bilmem, nota bilmem, içimden ne geliyorsa parmağım öyle basıyor. Çünkü parmağım yüreğime bağlı, içimden ne geliyorsa onu çalıyorum." diyerek kendini tarif etmiştir.
Günal, toplumcu gerçekçiliğin Türk resminde belki de en önemli ismidir. Kendi kişisel tarihinin, özellikle ilk gençliğinin sanatındaki izdüşümünü rahatlıkla görebiliriz. Ertaş'ın ise toplumcu gerçekçilik vb. kavramlarla bir ilişkisi olmamıştır. Öyle ki, Türkiye tarihinin en politize dönemlerinde bile uzakta durmuştur. 1960'larda birlikte konser verdikleri Mahsuni ile yollarının ayrılmama sebebi de politikadır. Mahsuni o günleri:"Benim o zamanki sivri akıllılığım. Konserlerde sivri bıçaklı laflar ediyorum. Olaylar çıkmaya başladı. Neşet 'Ben gönül adamıyım gardaş, siyasetten anlamam. Sen dövüşcü adamsın. Kusura bakma ben ayrılıyorum' dedi. Sarılarak ayrıldık" diye anlatır.
Eleştirmen Mehmet Ergüven, Nevşehir'deki ilk gençlik yıllarının Günal üstünde onulmaz yaralar açtığını söylemenin güç olduğunu yazar.
"O yaşadığı zorluk dolu yılları yazgısı gibi kabullenmemiştir. Gözlem her zaman yaşanmışlığın önünde olmuştur. Yoksulluk, bezgin insanların dramı, kuraklığa yenik düşmüş doğa, kişiliğinde trajik bir bölünmeye yol açmaksızın, yalnızca bir gözlem nesnesidir onun için. Tıpkı bir Brecht oyuncusu gibi üslendiği rolün hem içinde hem dışındadır. Gördüklerinden etkilense bile, hiçbir zaman dünya acısına dönüşmez bu. Logos karşısında yaşantı içeriğinin şansı kalmamıştır sanki" | |
Neşet Günal |
Ertaş'ta ise durum bunun tam tersidir. O'nun eserlerinin toplamı neredeyse bir otobiyografidir. Kendisi bizzat sanatının nesnesidir. Yalnızca Leyla için yaktığı onlarca türkü bile durumu anlatmaya yeter. Leyla, Karacoğlan'ın Elif'i gibi muhayyel değil, etten kemikten bir kadındır "Garibin" hayatında. (Ama onu Mecnun etmiş bir Leyla'dır diğer yandan…) | |
Neşet Ertaş |
"Hapisanelere Güneş Doğmuyor", bir mahpus için hissedilen empati duygusuyla yazılmamıştır. Ertaş'ın kendisi Yugoslavya sınırında karıştığı bir trafik kazasından sonra hapse atılmış. Söz konusu bozlak oradan çıkmıştır.
Hazır bozlaktan söz etmişken devam edelim. İki üstadın, Günal ve Ertaş'ın birbirine en çok yaklaştığı noktanın bozlak olduğunu düşünüyorum. Peki nedir bozlak? Bozlağın ne olduğu konusunda tam bir mutabakat yok. Bir uzun hava çeşidi olduğu doğru. Ama her uzun hava bozlak değildir. (Doğrusunu söylemek gerekirse, Anadolu halk kültürü, dürüst araştırmacılarını bekliyor. Baksanıza terminoloji bile oturmamış durumda. Halen Tek Parti Dönemi'nin kurucu ideolojisiyle malul teoriler dolaşımda.) Yine de araştırmacıların buluştukları bir nokta var: O da bozlakların birer çığlık olduğu. Sevincin, mutluluğun pek uğramadığı bir mahallin feryadı bozlak. Muharrem Ertaş bu işin piri. Oğlu Neşet ise ondan aşağı değil.
Günal'ın figürleri pek sessiz, pek tevekkül içinde görünseler de bir bozlağın çığıran sözcükleri gibidirler. Hatta Günal'ın Ertaş'tan daha çok bozlak ürettiğini bile söyleyebiliriz. Ertaş yalnızca bozlak söylemez. Repertuarında birçok "hareketli" melodi de vardır. Hatta son yirmi yılını geçirdiği Almanya'da birçok düğünde çalmış söylemiş, insanları eğlendirmiştir. Bozlaklar ise düğünün sonrasında, kalan üç beş ahbap için söylenmektedir. Cem Karaca için "Milli Cazcımız" olan üstat, Oğuz Aral'a göre "ilk pop starımız"dır aynı zamanda.
Oysa Günal 30'lu yaşlarına gelmeden paletindeki renkleri azaltmış, yalnızca toprak tonlarını bırakmıştır. 1956 'da yaptığı Bağ Bozumu Tablosu'ndaki yeşilleri ileriki yıllarda terk etmiştir. Onun bozlak dışındaki türlerle pek alakası olmamıştır.
İki Neşet'ten biri, şimdi toprağının bol olduğuna emin olduğumuz bir diyara göç etti. Ama onun "toprak insanları" Resim Heykel Müzesi'nde capcanlı bizi bekliyor.
Diğer Neşet ise halen ayağımızın turabı, gönlümüzün hizmetkârı.
Eksik olmasın.